
configuring animal
![]() |
---|
store my DNA, so they can regenerate my soul
''We wonder of thinking outside the consciousness' propositions
we face unclimbable walls
we run away from the action
Then, we catch it, left face to face
your value unit on the opposite mind
-- --
can you reach it?
Why and persistent re-locations
Its this,
that,
when you look through the hole.
when you are spaced just five thousands arms long away
How
comfortable
if, it hears
when someone i mean,
catches it, they do, just bang it
you know, on your knee
like a fucking remote control
banging/hitting/don't come/
so we stay
moon change in a cup.''
Su Güzey, for 'store my DNA, so they can regenerate my soul.'
IŞIK KEMİK KAŞIK
Ceylan Alas
“Doygunluğun biraz daha zorlandığında ne olacağını, doygunlukta ısrarın bizi nereye götüreceğini merak ediyoruz! Biten, doyuma ulaşan bir yoksunluk yeni bir yoksunluk doğuruyor.” Peki, ne zaman bitecek bu? Bitmeyecek mi? Bitmiyor. Su Güzey ve Metehan Kayan Toksikoman Kolektif ile ilk oyunlarında bu soruların cevaplarını bulmaya çalışıyor. İki beden, bir madde sahnede yan yana geliyor. Oyunun görünen yanında madde parçalara ayrılıyor. İki bedense birbirlerinden kendilerini var etmek için devinip duruyorlar. Seyreyleyen içinse nereye varır onlar da bilmiyor. Zamanın nereye gittiğini bilmeden içinde oradan oraya koşan insan nereye varır? Ya da bir yere varır mı? Su Güzey Dna'mı Muhafaza Et Ruhumu Yeniden Doğursunlar oyununu başkaldırı, doyumsuzluk ve yoksunluk gibi temalar üzerine kurarken, bedenin sesine kulak veriyor. Beden sahnede bildiğini okumaya başlıyor. Bedeni beynin tahakkümünden çıkarırsan, beden kendini nasıl var edebilir? Bedenin beyinden bağımsız hareket etmesi mümkün müdür? Düşünsel olarak, bedenin sahnede kendi başına var olduğunu bu oyunda görebilirsiniz. Oyun süresince iki beden, birbirinden habersizmiş gibi, ama birbirinden kopamadan savruluyor, insanın düşünsel süreçlerinin bedende nasıl hayat bulduğunu gösteriyorlar. Oyunun başkahramanı, başkaldıranı bir karakter değil, beynin hükmünü reddeden bedenler.
“Bilinç Başkaldırı ile Başlar” Oyun, başkaldıran bedenleri taşıyan insana oyunun çıkış noktalarından biri olan Albert Camus'nün bu sözüyle sesleniyor. İnsanoğlu içinde yaşadığı şeyin farkına vardıkça başkaldırır ve ilk bilgi burada edinilir. Neredeyim? Ne yapıyorum? Kimim? Yaşadığım şeyin, yerin, hayatın farkında mıyım? Oyun bunları sorarak başlıyor ve soruların başladığı yerde seyirciyi başkaldırıyla karşılıyor. Bu başkaldırı bedenin beyine karşı gelişiyle oyunun temel sorununu doğuruyor. Sonra iki karakterin oyun içinde hem birbirlerinde kendilerini var etmek, hem de kendi kendilerinde var olmak için başlattıkları oyunda hayat buluyor. Yaşamında var oluş sebebini arayan insan sorular sorduğunda ve sürekli bir arayış içine girdiğinde cevaplarını bulabilir mi? Her beyin kendi cevabını bulacak. Üstelik bulduğu şeyin cevap olduğundan emin olamadan. Oyunda kendi cevabını arayan iki karakterse bir tavşan deliğine düşüyor. Bu delikten çıkabilirler mi? Git, gel, dön, dur, zıpla. Git, gel, dön, dur, zıpla. Hiç bitmiyor. Biten her şey yenisini doğuruyor. Birinin ölürken, diğerinin doğması gibi! Ya da bir an biterken, ötekinin başlaması gibi! Yaşamda her birey kendini bir topluma, bir aileye bir benliğe yerleştirilmiş şekilde buluyor. İçine doğduğumuz her şeyden sıyrılmak mümkün mü? Oyunda biri erkek, biri kadın kendilerini bile bile deliğin içine atıyor. Bakalım bizi nereye götürecek sorusunu sormaya vakit bulamadan sahnede yok oluyorlar. “Denizden aldığın denizanasını asfalta atmak gibi!”diyor Su Güzey. Onun için başkaldırı asfalttaki denizanasına dönüşecek. Bir denizanası kor gibi asfaltta ne kadar yaşayabilirse! Her şeyin sonsuz bir çözümsüzlük içinde dönüp durduğu bir zamanda, insanın patlama noktası olan başkaldırı dahi cevapsız kaldığında, insan nerede aramalı kendini? Yoksa kendini aramayı bırakıp, bedenini ve beynini tavşan deliğinin içine mi bırakmalı? Metehan Kayan ve Su Güzey kendi cevaplarını ya da cevapsızlıklarını bulmuşlar. Merak ettikleri şey seyredenin kendi cevabını bulma yolculuğu..
Hepimiz biraz doyumsuz değil miyiz? Eşyalar, giysiler, arabalar, saç boyaları, ayakkabılar, kitaplar, hepsi birer doyumsuzluk nesneleri değil mi? Doyumsuzluğumuz hiç bitmiyor. Nesneye doymuyoruz. Sevgiye doymuyoruz. Bilgiye doymuyoruz. Yaşama doymuyoruz. Bu doyumsuzluk bir yaşamda kalma yolu belki de! Her insan, her canlı yaşamda kalmanın yolunu kendi buluyor. Bir kaplan, bir Ceylan'ı parçalıyor. Bir insan, ötekine daha az ücret ödüyor. Biri daha fazla okuyor. Yaşam bitmiyor, bir anka kuşu misali kendini küllerinden doğuruyor. Peki, insan için bu külün karşılığı nedir? O kendini nasıl yeniden doğurur?
Beni ben mi var ediyorum? Yoksa seni ben mi?
Her insan kendi külünü seçiyor. Kendini var edecek, onunla anlam bulacak bir yoldaş ediniyor. Bir var oluş, diğer var oluşla nasıl bir ilişki içine girer? Dna'mı Muhafaza Et Ruhumu Yeniden Doğursunlar' iki beynin, iki zıt tartışmasıyla şekillenip, gelişiyor. Biri, bireyin diğer bireyin varlığıyla var olduğunu, diğeriyse her bireyin var oluşunun ya da yok oluşunun kendinde olduğunu savunuyor. Oyunun dramaturjisini, sahnelemesini, kısacası her şeyini birlikte yapan iki oyuncu, sizi bu tartışmanın içine çekmek istiyor. Oyun, size “Siz neyle var oluyorsunuz? Gelin birlikte bir düşünelim” diyor. Peki, insan yalnız kendinde var olabilir mi? Yoksa hep diğerlerine ihtiyaç mı duyar? Oyunu ilk gördüğünüzde dans performansı sanabilirsiniz. Oyuncularsa yaptıklarını kodlamak istemiyor. Yani sürece dair bir akış, varoluş tartışmalarının bedene büründüğü 45 dakikalık bir oyun. Işık, kemik ve kaşık arasındaki ilişkiyi kurmak ise zamana tanıklık edenlere kalıyor."
DNA’mı Muhafaza Et Ruhumu Yeniden Doğursunlar
19th İKSV Theater Festival, 2014
Su Güzey